1 Ekim 2014 Çarşamba

Türkiye ziyaretim nasıl geçti?

Bir Türkiye ziyaretinin daha sonuna geldik. Her gurbetçi gibi yemeye içmeye abandık, sevdiklerimizle vakit geçirdik, yine yaşadığımız yerle ilgili 'ormanların doğallığı/yapaylığı', 'bahçemizin metrekaresi', 'denizin tuzluluk oranı', 'emeklilik süreleri' gibi garip ama gerçek sorulara maruz kaldık ama öyle böyle derken yine zaman su gibi aktı geçti... Bahama'da bu kadar hızlı geçmiyor, itiraf edeyim. Neyse ki verimli değerlendirdik. Boş durmadık, her gittiğimiz yerden tarhana, pul biber, kuru patlıcan aldık, doldurduk bavullara. Yapanlardan, düşünenlerden Allah razı olsun, ellerine sağlık... Kulaklarınızı çınlatacağız, dua edecegiz bol bol. Bir gebe kolay doyurulmuyor ne de olsa:) evet bu gezimizin bombası 'gebelik' haberimin yayılmasıydı. Kimseye haber vermedim geldiğimi, o ayrı sürpriz oldu ama ayrıca herkese göbeğimi de açtım gösterdim:) ilk 4 ayda 1,5 kilo almışken nasıl bu 1 aylık gezide bir anda 6,5 kilo aldım ben de bilmiyorum. Tamam belki haftada 3 öğün mantı, 2 öğün iskender yemiş olabilirim ama el insaf be çocuğum, ne yedin be:) hayır birşey değil bebeğin sadece 375 gr olduğunu öğrenince annemle bir göz göze gelişimiz var ki, hiç sormayın:) o koca 8 kilo nereye gitti anlamış değiliz...
Bahama'daki teknoloji elvermediği için cinsiyetini anavatanımızda ögrendik kızımızın. Hayırlısı olsun...
Minik minik hediyeler aldık sevdiklerimizden, minis body'ler, elbiseler... Hepsi çok güzel. Allah sağlıkla giydirmek nasip etsin...
Yine 'bir Aslı nasil bin parçaya bölünür' adlı çalışmamı sergiledim. Ordan oraya ordan oraya, gebelik bebelik dinlemeden atladım uçağa yetiştim her yere... Tam olarak seyahat sıralamam şu şekilde oldu: Bahama-Miami-NewYork-İstanbul-İzmir-Çeşme-Kuşadası-İzmir-Ankara-İstanbul-İzmir-Kuşadası-Aydın-Kuşadası-İzmir-İstanbul vee NewYork!
Iki arada bir derede bu 30 günde 1 nişan, 1 düğün patlattık, iyi oldu, bahaneyle sevdiklerimizin yanında olduk, eğlendik, coştuk. Her iki çifte de tekrar mutluluklar... Ölüm haberleri de aldık tabi:( Allah rahmet eylesin, kalanlara sabırlar diliyorum...
Otuz gün yetmiyor tabii, göremediklerim de oldu nitekim, herkes bayramı da geçirseydin diyor ama e sonu yok bunun... Gideyim beyimin yanına, onu da çok özledim...
En kısa zamanda tekrar gelmek ümidi ile, hem de bu sefer 3 kişilik çekirdek ailemizle... Herkes saglıcakla kalsın...

31 Temmuz 2014 Perşembe

Ne vereyim abime?

Yoh artık demeyin, yaptım oldu. Oy veremiyoruz madem, lahmacun için Ekmeleddin dedik ve evde lahmacun yaptık. Gözlerim doldu yerken, bu nası bir özlem... Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin yemin ediyorum sanki survivordayız... Tövbeler olsun duyan da bişi bulamıyoruz sanacak ama bir lahmacun yok işte... Olmayınca da insanın canı çekiyor (simit yazımda da bahsettiğim gibi).
Ben de internetten yine tarifi alarak koyuldum lahmacun yapımına ve sonuç mükemmel.. Çok çok zor değil ama uzun sürüyor yine hamuru yap, beklet, aç, içi doldur falan... Bu sefer Sabri de yardım etti sağolsun, ayranımızı da yaptık, yeşillik, domates, limon derken, bir nevi Hacıoğlu kıvamına geldik (bu arada 3 su bardağı undan yaptım hamuru, 8 adet lahmacun çıktı, dolayısıyla tıka basa yedik). Arkasından da 'çay vereyim abime' diyerek çayımızı demledik, ohh... Keyfimiz yerine geldi.
Sabri'nin arzusu pide olayına girmek ama ben cesaret edemedim henüz. Biraz daha araştırarak belki onu da deneriz, belli mi olur...

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Hasret

Geçen hafta 2 günde bitirdiğim bir başka kitap da Canan Tan'ın 'Hasret' adlı romanı oldu. Canan Tan bunu hep yapıyor, okuyucuya acımıyor yemin ediyorum. İçim dışıma çıktı yine ağlamaktan. Vedalar, ayrılıklar beni hep çok etkiliyor. Film, kitap, küçük bir hikaye... Nerde olursa olsun... Küçüklükten kalma bir durum sanırım...

Bir Rum kızı ile Türk erkeğinin sancılı aşk hikayesi. O sancıları iliklerime kadar hissettim desem yeridir. Sanki ben yaşadım hikayeyi... Bu da yazarın dilinin güzelliğinden kaynaklanıyor tabi. Ertesi gün gaza geldim Sabri'ye diyorum ki 'sana hikayeyi anlatayım mı, noolur' diyorum:) Anlatırken bile gözlerim doldu. Sabri'nin hikaye sonunda verdiği tepki de beni benden aldı. 'Of çok klasik bir Türk filmi' !!! Evet belki klasik olabilir ama ben mi duyguyu veremedim acaba anlatırken:) Niye öyle dedi ki, beğenebilirdi yani nezaketen:)

Şimdi yeni kitaba başlamak bile istemiyorum, hala etkisindeyim...

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Ev yapımı simit denemesi

Fırına girmeden önce
Şimdi bu sefer de 'ay aşırı kolay' falan demicem açıkcası bu zor, biraz meşakkatli bi işmiş. İnsan yurt dışında olunca (özellikle Türk ürünlerini kolay kolay bulamadığı yerlerde olunca) olur olmadık her şeyi özleyebiliyor. Varken değer bilin bak ben size diyim:) Geçenlerde Arka Sokakları izlerken polis abi simit yiyodu resmen özendik, insan simite özenir mi ya? İstanbul'da kaç kere yemişim de şimdi simite özendim? Olmayınca özeniliyor işte... Bu arada 'Arka Sokaklar ne alaka yaa' demeyin, izliyoruz işte:)
Geçen hafta bir arkadaşımız New York'tan bizi ziyarete geldi. Ne isterseniz diye sorduğumda simit ve peynire hayır diyemedim... Zaten kendisi gittikten sonra 3 gün dua ettim kendisine. Yedik içtik derken, her güzel şeyin olduğu gibi, simitin de sonu geldi. Ben de evde simit yapımını araştırayım dedim, bugüne kadar kalburabastı, aşure gibi tatlıları, mantı, yuvarlama gibi zor yemekleri başardım, belki onu da yaparım dedim. Başlangıçta en önemli konu pekmez bulup bulamayacağımdı. Onu hallettim neyse ki...
Fırından çıkınca
Akşam Sabri hemen deneyelim diyince koyulduk simit yapımına. Şimdi bi kere hamurun kıvamını tutturmak uzun sürdü, sonra yoğurduğun hamuru dinlendiriyorsun, o sırada susamları kavuruyorsun falan... Uzun iş yani... Bu arada bütün adımları internetten bulduğum bir siteden yapıyorum tabii ki... En son fırına koyduk, 20 dakikada pişti zaten...
Akşam saat 22:00 oldu, oturduk yedik afiyetle... Siz denemeyin bence, gidin 1 lira verin yapılmışını alın... Değmez yani:)

24 Haziran 2014 Salı

Tıkanmışlık Sendromu

Beni bilen bilir, genel olarak fazla konuşan bir kişiliğimdir. Kaptırdığım zaman kendimi karşımdakinin yerine koyup, kendimden bıktığım bile oluyor, o derece! Aslında benim konuşmam için karşımda illa birinin de olmasına gerek yok, oraya girmeyelim, orası biraz karışık:)  

Şimdi malum burda kendi dilimizde konuşan yok, Sabri’yi de bunaltmak istemiyorum akşamları, içime atıyorum çoğu şeyi:) Gün içinde burdaki arkadaşlarla ingilizce cebelleşmeye çalışıyorum. Bu konuda fena değilim ama çok çok konuşmak ve nameler eklemek isteyince kelimelerde tıkanmışlık hissediyorum. Ben de öyle düz bir insan değilim ki az ve öz konuşayım...

Geçen gün bir arkadaşımız Amerika’ya gitti alışverişe. Ben de hazır o gitmişken ona burda bulamadığımız veya çok pahalı bulduğumuz bir kaç şey ısmarladım. O oradayken de aradım nasıl gidiyor vs diye, tabii ben daha çok dinliyorum, o anlatıyor. İçim şişti şişecek, ‘başka bir şey istiyor musun?’ dedi sağolsun. O an içimden böyle yaya yaya ‘yea çok sağol yeaa, daha ne getirceksin Allah aşkına, zaten bissürü şey taşıcaksın, zahmet oldu sana da, kusura bakma….’ diye başlayan cümleler kurmak istedim. Ama olmadı işte. Nasıl dersin? İçimdeki bu koca cümleler dışarı yalnızca ‘No I am good’ olarak çıktı ve bitti. Hırsımı, içimde kalanların enerjisini çamaşır asarken kendi kendime söylenerek attım ‘nasıl diyim ki ben bunu şimdi, teşekkür ettim diyelim, Allah aşkına nedir ya, kusura bakma nedir yani, poff’...

Zaten şu bizim iyimserlik ifadelerimiz yok mu, beni benden alıyor. Dükkandan çıkarken bir ‘hayırlı işler’ demek geliyor insanın içinden, ya da ne bileyim en azından bahçede çalışan bahçıvana bir ‘kolay gelsin’ demek istiyorum, olmayınca olmuyor işte…

Aklıma Cem Yılmaz geliyor, gülüyorum kendime...




Allah kimseyi tıkanmışlık sendromu ile terbiye etmesin… 

18 Haziran 2014 Çarşamba

Hey Prom!

Geçen cumartesi akşamı tabii ki yine klasik turumuzu yaptık. Bir baktım her yer insan seli maşallah. Dedim hayra alamet değil bu kalabalık, ne oluyor yau? Bir de tipleri görseniz, hepsi düğün kıyafeti ile… 'Özel bir parti vardı da biz neden davetli değildik?' diye hayıflanmaya başalmıştım ki; meğer mezuniyet balosundan çıkmışlar. Malum okullar kapandı, yaş ortalamasının 15 olduğu bir grup insan, görünüşlerine baksan dersin ki yaş ortalaması 30… Hareketler 12, kıyafetler 45, ortaya karışık birşeyler yapmışlar. Onlar da tam anlamamış bence ne olduğunu:)


Ay dedim benim blog’a malzeme çıktı. Hemen izin isteyip bir kaç poz alalım. Sabri yavrum her zamanki gibi yok ona sorma, o bana kötü baktı, ona sorma onun kıyafeti güzel değil, o istemez, o ters cevap verir dedi ama ben can havli ile attım milletin önüne kendimi ve bir hamlede izin alıp pozlarımızı verdik…


Hepsi nasıl mutlu, gururlu… Okul bitsin, hemen evlencekler, akılları fikirleri o:) Nerde üniversite hayalleri, kariyer basamakları… Hepsi koca bulma peşinde. 


Çocukları da görseniz bir o kadar masum, hiç birşeyden haberleri yok. Resmen kızlar gelsin avlasın diye bekliyolar saf saf... Pembe pantalonlu, güneş gözlükleriyle gezinen bi tane vardı aslında onu çekmek istedim de, o okulun popülerlerinden heralde, başı çok kalabalıktı. Pas vermedi bana...


Şu yeşilli geniş abla bizim Safiye Soyman'a benzemiyor mu ya? Başında da taç, bi Faik'i eksik yanında... Allah akıl fikir versin...

13 Haziran 2014 Cuma

Bir tavsiye - AŞK

İnsanın okuduğu bir kitabı sevip sevmemesi o anki ruh haline bağlıymış, bunu öğrendim. Nerden çıktı diyeceksiniz, hemen başlayayım:

Malum biz yaklaşık 20 kadın her ay toplanıp kitap okuma geceleri yapıyoruz. Bu geceyi her ay gruptan bir kişi sahipleniyor ve misafirleri evinde ağırlıyor. O ay okunacak kitabı da ev sahibi seçiyor dolayısıyla… Mesela şimdiden 2014’ün ikinci yarısının tüm ev sahipleri belirlendi, kitaplar okunmaya başlandı. Ben de dedim 1 yıldır gidip gidip geliyorum, hiç kimseyi ağırladığım yok, ayıp oluyo, yiyoruz içiyoruz, iyi hoş da, insanlar gözümün içine bakıyo seçmeler yapılırken:) Kendimi kötü hissettiğim için 2014 Ekim ayına talip oldum. Şimdi işin zor kısmını anlatayım hemen. Bu toplantılara kitabı okumadan da gidebilirsin. Sorun olmuyor, gecenin başında kısaca bir özet çekiyor birileri, okumuş kadar oluyorsun. Ben ‘okumayanlar’ listesinin lideriyim diyebilirim:) Benim amacım farklı:P O kadar kalın kitaplar seçiyorlar ki, bırak İngilizceyi, Türkçe kitap bile okuyamam ben o kadar kısa sürede… Ben o yüzden dedim ki biraz ileri bir tarihi seçeyim ki, anca okurum kitabı, nitekim o şekilde seçtim Ekim ayını:) Sonra akıl danışmanım, canım arkadaşım Melis’e danıştım tabii ki, ne yapsam ne etsem, Allah rızası için bana bi kitap öner ama güzel olsun, ben de beğeneyim, grup da beğensin falan derken, ufak çaplı bir beyin fırtınası ile şunlara karar verdik:

  • Yazar kesinlikle Türk olmalıydı ki gruptaki kadınlarımıza tanıtalım (kahrolsun içimizdeki milliyetçi ruha)
  • İngilizce’ye de çevrilmiş bir kitap olmalı
  • İngilizce’ye çevrilmiş olması yetmiyor, amazon’dan rahatlıkla indirebilecekleri bir kitap olmalı
  • Konu bizleri anlatmalı ama iç karartmamalı

Bu maddeler göz önüne alındığında önce 'Ayşe Kulin - Adı Aylin' geldi aklımıza ama baktık ki amazon’da yok, hemen eledik. Sonra yazarlardan yola çıkarak Elif Şafak, Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk, sırayla baktık neler olabilir diye.. Bizim Melis de bunları hatim etmiş, hepsini biliyor maşallah. O bana özet geçiyor kitapları, ben ona göre karar vermeye çalışıyorum vs. Zülfü Livaneli’nin Mutluluk kitabını seçeyim dedim, hem ben Türkçesini okurum, filmini izlerim vs iyice anlarım dedim. Sonra baktık ki konu biraz sıkıntılı. Van’da amca yeğenine tecavüz ediyor, kızı İstanbul’a gönderiyorlar, amcasının oğlu ile fantaziler falan.. Tamam bunlar ülkemizde ne yazık ki yaşanan olaylar ama burdakilerin gözünün içine sokmanın da bir anlamı yok. Elif Şafak’tan devam edelim dedik. Ben de ilk çıktığında bestseller falan oldu 'ayy kapağı da pembiş ne tatlı' falan diye bir hevesle almıştım AŞK kitabını. Ama çok yavaş ilerledi diyerek yarısında bırakmıştım. Hay ben başımı taşlara vurayım, ne de güzel kitapmış halbuki. Ruhumun ihtiyacı varmış herhalde. 2 günde bitirdiğim yetmiyormuş gibi şimdilerde Mesnevi, Rumi, Şems aranıp duruyorum Google’da… Herkese tavsiye ediyorum, insanın içini rahatlatan, düşünmesini sağlayan, ruhunu okşayan bir kitap… Eline sağlık Elif Şafak… (The Forty Rules of LOVE - Elif Shafak)

21 Mayıs 2014 Çarşamba

aaa ne çabuk geçti....

Uzun zaman geçtiğinin farkındayım. Yani öyle ‘aaa bir bakmışım 2 ay olmuş klişelerine girmeyeceğim. Bilinçli bir uzaklıktı benimki:) Aslında kendimi henüz hazır hissetmiyordum ama bugün hem biraz kendimi yalnız ve üzgün hissettiğimden hem de baya bir birikim yaptığımdan, yazasım geldi. 

Son 2 aydır birçok şey yaşandı. İyisiyle kötüsüyle deneyimler edindik, gezdik, gördük, okuduk, ettik, misafirlerimizi ağırladık ve ağırlamaya devam ediyoruz. Bu arada bir süredir ülkemizde yaşanan üzücü olaylar bizleri de tabii ki üzdü... Her gün takipteyiz... Önce seçim süreci, tapeler, çalınan emekler ve yapılan haksızlıklara üzüldük, twitter ve youtube'un kapatılmasına şaşırdık, sonra kaybolan çocuklara kahrolduk, şimdi Soma'da yaşananlar... Yavaş yavaş başlayayım anlatmaya.

Önce neden yalnız ve üzgün hissettiğimi açıklayayım hemen: bugün blogcuanne’yi okurken yazılarının birinde Elfony’e rastladım. Aaa bu da kimmiş derken tüm yazılarını bir çırpıda okudum ve sanırım ağlamaktan nefesim kesiliyordu, korktum. 18 aylık kızını, gece uykusunda nefesi kesilmesi sonucunda kaybeden bir annenin yaşadıkları, düşündükleri, hissettikleri… İnanılmaz etkiledi beni. Yine bu durumdan annemin whatsapp mesajı çıkardı beni, yine o kurtardı beni nefesimin kesilmesi telaşımdan…. 

Henüz bir bebeğim yok, 'anne olunca anlarsın' dedikleri gibi belki de hissedemiyorum yeterince ama onun yazdıkları o kadar güzel geçti ki bana, kendimi yerine koymak fikri bile yerle bir etti beni. Annem hep der ‘Allah ölüm ayrılığı vermesin’ diye... Allahım sen kimseyi evlat acısı ile sınama… Hakkaten zor bir süreç… Allah sabır versin tüm yaşayanlara… İnançlı, kaderci bir kişi olmama rağmen engel olamıyorum gözyaşlarıma… 

Bu sebeple ülkemizde yaşanan her olayı böyle yakından takip eden kişiler olarak olaylarda (açıkcası özellikle çocuk ölümlerinde) gözyaşlarımıza hakim olamıyoruz, üzülmeden edemiyoruz. İnsanın elinden bir şey gelmediği gibi, umutsuzluk dört bir yanını sarıyor. Her karanlığın bir aydınlığı vardır elbet diyorum ama her geçen gün yeni bir olay patlıyor ve karanlığa daha da gömüldüğümüzü hissediyorum, yine tadımız kaçıyor...

Neyse şimdi 2 aydır gezmelerimize tozmalarımıza geçiyorum…Yoksa bu işin içinden hiç çıkamayacağız...

Kelebek ve yıldız
Daha önce kütüphanede çalışğımdan bahsetmiştim. Şimdi kütüphaneyi yeniliyorlar, daha modern, daha çocuklar için elverişli, neşeli bir yer haline getiriyorlar. Bunun için de benden origami yapmamı istediler. 
Balık ve kurbağa
Tövbeler olsun ben hayatımda origami yapmamışım, yapmayı sevmemişim, yapana da hiç özenmemişim yani o derece… Sabri’nin ilgisini çekiyor diye ona yan gözle bakıp 'te allam’ bakışı atmışğım var yani… Neyse başa gelen çekilir dedim ve açtım youtube’u, izledim birkaç tane kolaylarından… 
Turnalar
Hayvan figürü istediler zaten, kolaylarından yapmaya çalıştım… Aslında eğlenceli, güzel bir şeymiş

Bugünün asıl konusu olan aile ziyaretimiz ise; 16 Nisanda kayınvalidem ve kayınpederim ile New York’ta buluşmamızla başladı. Kendilerinin ilk yurtdışı seyehati olması sebebi ile, tek başlarına, dil bilmeden, 10 saatlik yola geliyor olmalarının verdiği stres bize yansıdı. Pervin Anne cesaretli, sorgulayan, girişken bir kişi olduğu için yolculukları çok şükür hiç sorunsuz geçti. Sabri de dönem ödevi gibi yapılacaklar listesi hazırlamıştı kendilerine. Hangi polis kontrolünden geçecekleri, polislere yapacakları açıklamalar, yurtdışı çıkış pulunu nereden ve ne zaman almaları gerektiği, bavulları nerde verip nerde alacakları gibi bir yığın detay… Ali Baba bavulları taşıdı, Pervin Anne yolları buldu yani kısaca:) 
NY sokaklarında
New York JFK Havaalanında buluştuk, Ali Baba bir oh çekti… 4 gün New York’un altını üstüne getirdik. 4 gün boyunca hep yürüdük. Ali Baba ve ben arkadan yavaş yavaş, Sabri ve annesi önde hızlı hızlı… Biz of pof diyerek, onlar hadi hadi diyerek, biz acıktık, susadık, durduk, onlar hep ilerlediler… Gece otele geldiğimizde ayaklar zonklamasına rağmen ertesi gün yine kalktık, yine yürüdük… 1 ay hiç yürüyüşe çıkmayacağımıza yeminler ederek… Ama çok güzel geçti, bir sürü fotoğraf çekildik, değişik deneyimlerimiz oldu… 
NY Rockefeller
Hava da şansımıza güzeldi. Yani tabii ki soğuktu ama en azından yağmur çamur yoktu.. Ben bir deri ceketle, Pervin Anne bir polar montla günleri geçirdik. Sevdiğimiz arkadaşlarımızı gördük, onlarla vakit geçirdik, erken doğum günü kutlamaları yaptık, gezdik, coştuk…
New York tatili sonrası 1 gün de Miami’de vakit geçirdik. Miami tabii ki sıcaktı, şortlar, sandaletler çıktı bavullardan… 

NY Times Square
21 Nisan Pazartesi öğlen, adamıza geldik ve yaklaşık 3 hafta 1+1 evimizde, 4 kişi huzurla takıldık. Sabri tabii ki işe gitti, Pervin Anne gününün çoğunu mutfakta geçirdi, biz Ali Baba ile tavla oynadık, Pervin Anne mutfaktan fırsat bulduğunda Amerikano’ya oturduk hemen. Öğleden sonraları plajlara gittik, yüzdük, güneşlendik, yedik, içtik, yattık… Ali Baba 42 yıl sonra bıyıklarını kesti mesela, devrim yarattı… Çok da güzel oldu. Hadi tavlada çoğunlukla (%90) yenildiğimi söyleyebilirim açık yüreklilikle ama son oyunu ben aldım, kihkih… 
Aileler doğal olarak hep merak ediyorlar nasıl bir yerde yaşadığımızı, kimlerle arkadaşlık ettiğimizi, neler yiyip neler içtiğimizi… Şimdi kendileri gelip gördüler ve artık içleri rahat. Yani burda da patates bulabiliyoruz, burda da kuru soğan var, karpuz, kavun, her türlü baharat falan herşey var yani… Diyorduk da inanması zor geliyordu. Şimdi kendileri görünce ‘e burda herşey varmıııış’ oldular:) 
Grand Bahama - Marketplace
Tabii ki Sabri çalışırken biz üçümüz gezdik ve ben ada rehberi olarak ‘bu elektrik direklerinin malzemesi ne?’, ‘bu palmiyeler doğal mı çıkmış, yoksa dikmişler mi?’ gibi değişik sorulara maruz kaldım. O anda dedemin de kulaklarını çınlattık. Türkiye’ye ziyarete geldiğimde ada nüfusunun yüzölçümüne oranını sormuştu kendisi. Yuh! Zaten hiç iyi değilim o konularda… Çoğunlukla Sabri’ye pasladım bu gibi soruları… 
En güzeli de Pervin Anne ve Ali Babanın 'onlar da Türkçe öğrensin canım aaa’ mantığıyla alt komşuya sabahları gözünün içine baka baka ‘günaydıııın’ demeleri, garson kıza ‘bir fotoğraf çeker misin?’ demeleri… Bunları söylerken hem yavaş yavaş konuşup hem de dudaklarını olabildiğince hareket ettirirsen karşıdaki sanki bir anda Türkçe’yi sökecekmiş olmasına inanmaları… Çok güldük, çok eğlendik… Allah ağlatmasın… Ayrılık her zamanki gibi zor oldu ama olsun, yine gelecekler, söz verdiler bir kere:)

14 Mayıs Çarşamba sabahı onlar 28 saat sürecek olan Grand Bahama-Miami-New York-İstanbul-İzmir seyehatleri için yola çıktılar, o akşam bir çift arkadaşımız geldi Türkiye’den bizi ziyarete. Zaten toplamda 3-4 gün kalacaklardı, onların şanslarına ilk 2 gün hava hep yağmurluydu:( Zaten yılda 2 kez yağmur yağıyor, ona denk geldiler resmen… Cumartesi ve pazar hava süperdi, onlar da son 1-2 gün de olsa denizin, kumun, güneşin tadını çıkardılar… Bol bol balık yedik, deniz mahsulüne doydular… 

18 Mayıs Pazar günü onları uğurladıktan sonra evde birkaç çekidüzen ve şimdi New York’taki arkadaşlarımızı ve 2 minnoş bebişlerini ağırlamak üzere bekliyoruz.. Yarın sabah geliyorlar, çok sevinçliyiz. Şimdiden kovalar, şişme deniz oyuncaklarımız hazır:) İnşallah hava güzel olur ve kum, güneş, denize doyarız… 


21 Mart 2014 Cuma

Özgürlüğümüz Kısıtlanamaz


Bu bir ortak yayındır. Bu konuya duyarlı birçok blogda bugün bu yazıyı göreceksiniz.

***

Özgürlüğümüz kısıtlanamaz
#TwitterBlockedinTurkey


T.C. Anayasası
VIII. DÜŞÜNCEYİ AÇIKLAMA VE YAYMA HÜRRİYETİ
Madde 26

Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma haklarına sahiptir.


Dün gece yarısı ülkemizde anayasa ihlal edilmiştir. Uluslar arası bir sosyal paylaşım ağı olan Twitter’a erişim farklı mahkeme kararları ile engellenmiş, halkın kendisini ifade etme ve haber alma özgürlüğü kısıtlanmıştır.

T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan dün Bursa’da düzenlediği seçim mitinginde “Twitter mwitter, hepsinin kökünü kazıyacağız Uluslararası camia şöyle der, böyle der hiç umurumda değil. Herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin gücünü görecek.” dedikten ve Başbakanlık Basın Müşavirliği’nin “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bazı linklerin kaldırılmasına ilişkin mahkemelerden çıkarmış oldukları kararların uygulanması konusunda Twitter yetkililerinin duyarsız kaldıkları bir süreç söz konusudur. Mahkeme kararlarını umursamama, hukukun gereğini yerine getirmeme biçimindeki bu tutumda bir değişiklik gözlenmemesi halinde, vatandaşlarımızın mağduriyetini gidermek için teknik olarak, Twitter’e erişimin engellenmesinden başka çare kalmayabileceği belirtilmektedir” açıklamasından sadece bir kaç saat sonra gece yarısı Twitter’a Türkiye’den erişim yasaklanmıştır. Internet servis sağlayıcılarına ulaşan mahkeme kararları ile Twitter’a ülke sınırları içinden erişim kapatılmış, mobil cihazlarda kullanılan 3G erişimi de aynı şekilde engellenmiştir.

Yasakların ve sansürün bir çözüm olmadığını, sosyal medyanın susturulamayacağını, özgürlüklerin sansür yoluyla kısıtlanamayacağını herkesin görmesi, bilmesi gerekir. Bunu dün gece Twitter yasaklandıktan kısa bir süre sonra DNS ayarlarında değişiklik yaparak veya VPN, Hotspot Shield gibi bazı programlar üzerinden mecraya giren milyonlarca Türk kullanıcısı da göstermiştir.

Sayıları 12 milyona yaklaşan Türkiyeli Twitter kullanıcıları #TwitterBlockedinTurkey etiketiyle konuyu bir saat içinde Twitter’da dünya çapında en çok konuşulan etikete taşımış,farklı etiketlerle gece boyunca TT listesinde kalarak, dünya kamuoyunun dikkatini çekmiştir. Yasaklamadan sonraki ilk 4 saat içinde 2,5 milyondan fazla Türkçe tweet gönderildiği hesaplanmaktadır. Şu anda dünya basını Türkiye’deki Twitter yasağını öncelikli haber olarak vermekte, bunun özgürlükleri baltalama yönünde bir girişim olduğunu söylemektedir.

Biz, ülkemizin geleceğini oluşturacak çocukları yetiştiren anne babalar olarak Gezi Parkı direnişi ile tırmanan ve 17 Aralık süreciyle hızlanan şiddet ve sansür uygulamalarını esefle izlemekteyiz. Türkiye’nin gerçek demokrasiden gün be gün uzaklaşmasından, meclisinden medyasına, emniyet güçlerinden yargısına kadar her türlü sistemin çivisinin çıkmış olmasından derin bir endişe duymaktayız.

Dün geceki yasak kararıyla Türkiye dünya üzerinde Twitter’a erişimin engellendiği Çin dışındaki tek ülke olmuştur. Bunun utancı ve ayıbı bu yasağı getirmeye cesaret edenlere ait olmakla birlikte, ağırlığını omuzlarımızda taşımaktayız.

Bu ülkenin gelecek nesillerinin özgür bireyler olarak büyümesini en çok isteyen ve bunun için emek veren anne babalar olarak hükümetin son aylarda giderek artan baskıcı tavırlarını kabul etmiyor ve bu sansürü şiddetle kınıyoruz.

Herkesi gerek internet üzerinden, gerekse etrafımıza bu durumu anlatarak konuyu protesto etmeye ve nihai olarak da 30 Mart 2014 Pazar günü yapılacak olan yerel seçimlerde vatandaşlık hak ve sorumluluğu olan oy kullanma görevini mutlaka yerine getirmeye davet ediyoruz.

Blogger anne ve babalar

17 Şubat 2014 Pazartesi

Move your body, shake it!

Sürüne sürüne 8:25'te yataktan kalkıp 8:30'da başlayacak olan yeni spor aktivitemiz için havuzbaşına iniyorum son 1 aydır. Komşu hanımteyzelerle amacımız Zumba yapıp vay efendim kilo vermek, fit kalmak, aktif yaşam vs... Nası küfrediyorum kalkarken belli diil.. Sonra açılıyorum ama iyi oluyor, tüm gün bana kalıyor... Tüm gün bana kalıyor da ne oluyor diyecekseniz; bol bol dizi izliyorum, yaptığım da bu, hayırlı bişi olsa bari :) Geçen günki yazıma ithafen hemen belirteyim artık ben de bir 'medcezir' fanıyım:) tüm eski bölümleri günde 3er 5er izleyerek sizlere yetiştim. Şimdi heyecanla cuma akşamlarını bekliyorum... 
Tombili bir komşumuz sağlık sebebi ile kilo vermesi gerektiği için Zumba gibi bir açılımda bulundu. Biz de yardımcı olmaya çalışıyoruz:) Kendisi bilgisayar getiriyor, ben hoperlör. Havuzbaşında, ekran karşısında 3 kişi dans ediyoruz... 'Move your body', 'shake your body' diye diye oramızı buramızı kıvırıyoruz... İyi de oluyor... Haftada 5 gün yapıyoruz diye ben ayı gibi yemeye devam ediyorum ama korkmayın yani zayıflamıyorum:) Gayet 'bu spor beni acıktırıyor' diyerek gönül rahatlığıyla yiyorum...
Spor salonuna da yazıldık, ittire ittire gidiyoruz, bakalım...
Bu arada bu haftasonu yine devamlı gittiğimiz barda 'Merve Özbey & Erdem Kınay - Helal Ettim' şarkısını çaldırdım... Benden mutlusu yok...


14 Şubat 2014 Cuma

Gönüllülük esastır...

2 haftadır çocuk kütüphanesinde gönüllü çalışmaya başladım. Haftada 2 gün öğleden sonraları gidiyorum. Kafanızda kütüphane diyince rafları düzenleme, sessizliği sağlama, kitap giriş çıkışlarını kontrol etmek gibi vasıflar geliyor değil mi? Benim de ilk etapta öyle olmuştu. Ama değil.. Gidince gördüm ki kütüphane kütüphanelikten çıkmış, kreş olma yolunda ilerliyor... Bir tarafta çizgi film izleyen çocuklar (ki sessizlik kütüphane kavramının olmazsa olmazıdır), bir yerde bir masa etrafında güle oynaya boyama yapan minnoşlar... Koşturanları saymıyorum bile... Ben de bu çocukcağızların etkinliklerinde yardımcı oluyorum, bebelerin sessiz kalmalarını sağlamaya ve kendilerini olabildiğince oyalamaya çalışıyorum. Bu çocuklar zaten okuldan/kreşten çıkıp geldikleri için yeterince yorulmuş olarak geliyorlar. O yüzden kitap okuma, yazdırma vs yaptırmıyorum... Film izleme, hafıza kartı oyunları, boyama yaptırıyorum genelde...
İlk gittiğim gün yaş skalası 4 ile 11 arasında değişiyordu, sonra baktım ki 11 yaşındakiler yakında askere gidecek, onları gruptan çıkardım. Gidin dedim kitap mı okucaksınız, ders mi çalışcaksınız, ne yapacaksanız yapın, bana bulaşmayın:) Şimdi skalamız 3-8 arası değişiyor. Toplam 7-8 çocuk... Nispeten daha iyi...
Ama bu süreçte tüm anaokulu öğretmenlerinin ne kadar eli öpülesi insanlar olduğunu gördüm. Bol bol şükrettim ve sabretmeyi öğrendim:)) Bu ne annem ya? Delirmiş bu çocuklar... İçlerinde canavar yetiştirmişler. Bazıları hele çılgın ya ordan oraya koşturuyor, yerinde duramıyor, sen bişey söylüyosun o üstene beş şey söylüyo... Atsan attılmaz satsan satılmaz... Valla Allah okuldaki öğretmenlerine sabır versin... Ailelere demiyorum çünkü çoğunun dayakla terbiye etmeye çalıştığını biliyorum. Ya minnacık sus pus kızlar bile ailesinin dövdüklerinden bahsediyorlar. Geçen gün iri yarı bi abla, öğretmen çocuğundan şikayet etti diye herkesin içinde 2 tokat attı çocuğuna, yemin ederim sanki bana attı, içim gitti ya... Sonra çocuk sessiz sessiz geldi masaya gözlerinden yaşlar süzülüyor ama hiç sesi çıkmıyor. Yavrum yazık ya... Onu gören arkadaşları da döküldüler bu sefer 'benim babam da bana vuruyor', 'benim annem de bazen sinirlenince dövüyor' demeye... O an acıdım hepsine ve halime şükrettim...

3 Şubat 2014 Pazartesi

Superbowl Hezimeti

bu bir örnektir:)
Superbowl bizim neyimize? GS-FB derbileri yetmiyormuş gibi bi de Amerikan Futbolu derbisi heyecanı... Severim böle şeyleri, hele bi de showlarla süslenip püslenince ama o bahis oyununa girmeyecektik hiç... Şampiyonluk maçı tüm Amerika için hayat memat meselesi, o gece ülke bu olaya kitleniyor, herkes evine yemek sipariş edip bu maçı izliyor. Pazarlaması, görsel showları, reklamları hepsi mükemmel... Ben oyunun kurallarını pek bilmesem de sırf reklamlar ve devre arasındaki show için izliyorum iki senedir. O yüzden maçla ilgili teknik detayları ne yazık ki anlatamayacağım:) Geçen sene ilk kez Amerika'da izlemiştik, bu sene Bahama'ya nasip oldu... Bir arkadaşımıza davetliydik biz de. 100 karelik skor tahmini oyununu oynayalım dedik (herkes bireysel olacak şekilde toplam 6 kisi katildik). Ne Sabri ne de ben bi kuruş alamadık. Ev sahibi sildi süpürdü parayı. İçinde kaldı heralde bizi besledi, bize evini açtı diye:) Bu ne yaa.. Hırsım yine küçük çapta devreye girdi de çaktırmamaya çalıştım, umarım başarılı olmuşumdur:) Neyse yedik içtik, güldük eğlendik... Her türlü reklamı izledik... Go Daddy, Toyata, Doritos, Honda, Coca-Cola, Budweiser, H&M, Heinz... Bunlar benim aklımda kalanlar, markaların üzerlerine basıp reklamlarını izleyebilirsiniz. Dev markalar süper reklamlar yapmışlar... En güzeli de Microsoft'un gözlerimi dolduran reklamı olmuş.. Microsoft reklamını buradan izleyebilirsiniz. Emeği geçenlere tebrikler... 

Pepsi'nin devre arasına girişi de çok etkileyiciydi, söylemeden edemeyeceğim... Arada Bruno Mars ve Red Hot Chili Peppers sahnedeydi. 'İzleyicileri etkilemek için sahnede mutlaka güzel kızlar olmalı' algısına inat harikaydılar... Bu tezi çürüttüler diyebilirim. Bruno Mars'ın şarkıları zaten süper, çalgıcılarıyla birlikte dans etmesi falan çok hoştu. Çalgıcı diyince böle sanki Darbukatör Bayram dermişim gibi oldu biraz ama ekip yıkılıyodu, buradan da izleyebilirsiniz. Gecenin sonunda tüm parayı ev sahibine bıraktığımız için kendimizi ATM'de bulduk:) 
Zaten benim pazartesi sendromum çoktan başlamıştı. Şimdi 'ya sen çalışmıyosun bile, ne sendromu?' demeyin. Bir ev hanımı pazartesi gününü temizlik günü ilan etmişse, o da gayet tabi pazartesi sendromunu pazar gecesinden yaşamaya başlar.... Bunu da yaşamayan bilemez :) Herkese iyi haftalar...

31 Ocak 2014 Cuma

Bahama'da bir Türk'ün dramı...

Bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum heralde... Adaya geleli 6 ay oldu, daha önce de yazmıştım, barlarda türkçe şarkı çaldırma çabalarımı... Geçen haftasonu James Bond partisi -birazdan detayları vereceğim- sonrası gittiğimiz Neptunes Bardaki DJ'e (hiç görmediğim bir DJ olduğu için) usulca sokulup merhaba dedim:) şaka şaka Türkçe şarkı bilir misin diyince evet biliyorum çalayım dedi ama ben yine de inanmadım.. Allah beni napsın? Adam çaldı, vallahi çaldı... İnanamadım... Ben şarkıcı veya şarkı ismi de vermedim. Dedim gerekirse İsmail Türüt, Davut Güloğlu, Allah ne verdiyse dinlicem... Ben istedim bi göz Allah verdi iki göz misali, Murat Boz çaldı ya laa... Benim o an sahneye bi zıplayışım var, görmeliydiniz... Elimde telefon, bi yandan avazım çıktığı kadar bağırarak eşlik ediyorum, bi yandan videoya çekmeye çalışıyorum... (aşağıda çekmeye çalıştığım videoyu da görebilirsiniz. İzlemeyip sadece benim sesime de odaklanabilirsiniz:)) Gözümden yaş gelcekti nerdeyse... İnsanın memleketi gibisi yok anacım, bi süre sonra bünye istiyor kendinden bişiler...



James Bond parti dediğim de şöyle bir olay: her yıl bi kez yapılan bir parti. Konsept: takdir edersiniz ki James Bond:) Herkes filmlerindeki gibi giyiniyor, bir tarafta kumar oynanıyor, Bond'un içtiği içkiler servis ediliyor, her yerde afişleri asılmış, filmlerle ilgili soruları cevaplıyorsun vs... Ben şahsen James Bond hayranı olmadığım için emaaan dedim ne giycem alla sen, geçirdim bi elbise gittim.. İyiki de öyle olmuş, çok az insan hakkını vermişti partinin.. Ama parti sonunda en iyi giyinenlere, sorulara en çok doğru cevap verenlere ödül verildi... DJ ilk başta James Bond müzikleri çalıyordu, baktı kimse takmıyor, günümüz şarkılarını da çaldı ki millet iki dans etsin:) E tabi gönül isterdi ki günümüz şarkılarının arasına vay efendim bir Ajda Pekkan-Kuş Havalandı vay efendim Erdem Kınay-Helal Ettim sıkıştırsın, ama olmadı... Orda tabi hırsımızı alamayınca Neptunes'e gittik işte ve Murat Boz çaldı, allaaah... Sanki Murat Boz'u Neptunes'de görmüşümcesine sevindim:)) 

Aaa bu arada yılbaşı gecesi üniversiteli bir Türk kizla tanıştım... O da şöyle oldu: Sabri tam bardan içki alırken Fransız bir çocuk 'abi sen nerelisin?' demiş, 'Türküm doğruyum' diyince 'aa bak benim arkadaşım da Türk' diyerek kızı tanıştırmış. Kız koştu geldi yanıma. Minnoş bir üniversiteli.. GS Üniversitesinde felsefe okuyor, bu sene Kanada'da okuyormuş, yılbaşı gecesini geçirmek için tek başına Bahama'ya gelecek  kadar da cesur:) Bir Fransız bulmuş kendine, eğleniyor:) İki arada bir derede bana 'Memoli benim nişanlım' diyerek ufak çaplı hayat hikayesini de anlattı, rahatladı:) Uçuk kaçık bir gençti ama bahanesi vardı, gençti işte:) valla insan memleketlisini bulunca gözü başka bir şey görmüyor:) ne güzel etmiş, hoşgelmiş...

28 Ocak 2014 Salı

Hırs küpü

Oyunlar konusundaki hırsımı bilen bilir. Nedense (birkaç kez anneme hakkaten “neden ben böyleyim?” diye sormadım değil:)) oyunlarda yenilmeye tahammülüm yok, yenilirsem sinirleniyorum, zaman zaman küsüyorum… Yenersem de benden huzurlusu yok… Dışıma çok yansıtmıyorum ama içimde “ohh nası koyduk, kahretsin yine yendik, daha iyi rakipler bulmalıyım” havalarındayım…
Geçenlerde arkadaşlar bir pub’da geleneksel genel kültür oyunu oynanacağını belirttiğinde içten içe çok katılmak istesem de “ne kadar bilebilirim ki” diyerek hep bi adım geride durdum… Saat 20:00’de gittiğimizde yaklaşık 60 kişinin yerlerini aldığını gördük… Herkes takımlarını oluşturmuş, hafif bir rekabet ortamını hazırlamış… Biz de gittik tabii ki tanımadığımız bir grupla eşleştik… Grup grup yarışıyorsun. Her gruba sınav kâğıdı gibi bir şey dolaştırılıyor, arkadaşlarla tartışarak, konuşarak cevapları bulmaya çalışıyorsun. Ara ara kâğıtları toplayıp notlamaları yapan bir grup çalışan da var… Sorular “boşluk doldurma”, “doğru-yanlış” gibi olduğu için bölüm bölüm yapabiliyorsun. Bir anda “hadi biz bütün sayfayı bitirdik” demek yok. Tarih, Coğrafya, Ünlü Sözler, Filmler vs her başlık arasında kâğıtları toplayıp bakıyorlar duruma… Soruların bazıları kolay gibi görünse de çoğu kazıktı
 baştan diyeyim... Birkaç örnek vermem gerekirse: Polonya'nın bayrağındaki renkler nelerdir? Berlin Duvarı kaç yılında yıkılmıştır? Küçük insanlar kişileri, normal insanlar olayları, büyük insanlar fikirleri tartışır sözünü kim söylemiştir? gibi... Ben başlarda sessiz kaldığıma, hırs yapmadığıma şaşırdım. Aa dedim heralde yaşım geçtikçe (yaşlandım demiyorum, yaşım geçiyor diyorum dikkatinizi çekerim:)) yeneceğim bu hırs olayını… Afferim bana derken bir süre sonra bir kolumla masaya kapanıp diğer elimde telefon, soruları google ederken buldum kendimi… Baya baya kopya çekip cevap veriyorum… Millet de oley moley süpersin dedikçe ben gaza geldim, durmak bilmiyorum… Allah beni napsın… #kahrolsunbağzışeyler… İşin kötü yanı bu halde beni fotoğraflamışlar, Quizin internet sitesinden aldım bu fotoları... Bişi değil adımız çıkacak sonra:)


Neyse sonuç olarak birinci olamadık yine de… Ben soruları anlayıp google edene kadar millet aldı yürüdü.. Ama nedense üzülmedim, amaaan dedim bana Türkçe oyunlarla gelin, Tabu ile Craniumla gelin, hiç olmadı Americano ile gelin:)



Perşembe günü de bir arkadaşımızın voleybol maçı vardı… Şampiyonluk maçıymış. Nasıl takım oluşturdular vs bilmiyorum ama yerlilere karşı yabancılar gibi bişidi:) Maç başında Sabri’ye dediğim gibi koskoca spor salonunda top 2 kez bizzat benim kucağıma düştü… Bende böyle bir talihsizlik var, beni çekiyor, anlamıyorum, çocukluğumdan beri.. İlkokul bahçesinde de beni bulurdu çocukların topları… Tövbeler olsun. 

Neyse maç çok çekişmeliydi. Son sete kadar direndi bizimkiler (biz yabancıları tutuyorduk tabi kendimiz gibi:)), en sonunda yendiler… Bana ne oluyorsa, yine hırs yapıp Fatih Terim gibi söylene söylene izledim maçı, hop oturup hop kalktım… Sanki babamızın oğlu, bir destek, bir tezahürat…. Tribündeki diğer taraftarlar da coştu, Allah artık bir sevindiler bir sevindiler… Maç bitince ben her zamanki cool tavrımla yine havalardayım, “nası yendiler, işte bu!” diyordum içimden… Takım üyelerinin tek tek ellerini sıkıp “kongracıleyşıns” demekten kendimi alamadım:)


20 Ocak 2014 Pazartesi

Ne yer ne izleriz...

Adaya geldiğimden beri herkes her şeyi merak ediyor haliyle… Adadaki sebze meyveler, hayvanlar, coğrafi konum, nüfus dışında bizlerden de bir şeyler öğrenmek istiyorlar... Ne yer ne içeriz, nereleri gezeriz, ne izleriz, ne dinleriz, kimlerle takılırız… Bunlardan bir tanesi de çoğunlukla cnbc-e dizileri izleyen arkadaşlarımın “ayy hangi dizileri izliosun?” sorusu geldiğimden beri kafalarda soru işareti… Bir de devamlı mutfak programları izleyebilecekmişim gibi davranan birkaç mutfakta becerikli arkadaşıma gelsin bu yazım...

Valla ne yalan söyleyeyim baya bir program-dizi izliyorum ama sizin zannettiğiniz gibi CIA, Breaking Bad veya böle en ünlü şeflerden Jamie Oliver’ı izlemiyorum psikopat gibi… Hatta normal insan gibi bile izlemiyorumJ Evet arkadaşlar açıklıyorum: “Ben gün içinde hiç TV açmıyorum. Kitap okuyorum, klasik müzik dinliyorum” ahahha.. Öyle entel takıldığımı zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Evet TV açmadığım doğru ama neden? Gayet sabah uyanır uyanmaz ilk işim internetten tüm Türk kanallarını takip etmek olduğu için TV açma ihtiyacı duymuyorum… Sabah erken kalkarsam (09:30) Esra Erol’a kadar izliyorum… O derece… O Ses Türkiye, Çalıkuşu, Aramızda Kalsın, Yalan Dünya, Beyaz Show, 3 Adam, Kayıp… Derken kaybolup gidiyorum işte… Sabri her zamanki gibi Arka Sokaklar izliyor:) Ben de şimdilerde bazılarının ısrarlarına dayanamayıp medcezire başlamak üzereyim, direniyorum... Sizlerden tek farkım saat farkı nedeniyle 13:00 itibariyle ekran başına geçiyor olmam…

Angry Baykuş
Geçen ay çok hareketli geçti. Dizi izlerken bir yandan Sabri’nin doğum günü partisi için bir şeyler yaparken bir yandan da arkadaşların yılbaşı hediyelerini tamamlamaya çalışıyorum. Baykuş-sever arkadaşlarımıza baykuş yaptık… Onları baya ciddiye almışız ki, Sabri iş yerinde autocad ile kumaşların boyutlarını çizmiş, etmiş, o ölçülere göre kumaşları kesip diktik, çok tatlı oldular bence…



Bizlerden yaşça büyük olanlara da Fatma Ananın Elini diktik kırmızı keçeden, üzerine de mavi küçük boncuklardan büyük nazar boncuğu işledik… Yine “geleneklerimizi tanıtalım” projem kapsamında elin ve nazar boncuğunun ne anlama geldiğini açıklayarak takdim ettik kendilerine. Pek sevdiler… Hatta biraz boğmuşum sanırım ki, ikisi de birbirlerinden habersiz olarak “devamlı bize geleneklerinizden, adetlerinizden bir hediye getiriyorsun, çok anlamlı” dediler… 
#adetlerimizi en iyi biz biliriz 
#adetlerimizi sizlerden öğrenecek değiliz…

14 Ocak 2014 Salı

Hep geriden geliyoruz....

Yılbaşını da New York'ta geçirsek mi diye düşündük ama hem baya yorgunluk olacaktı hem de Sabri’nin bir kaç gün daha izin alması gerekecekti diye adamıza döndük… Salı günü Sabri işe gitti zaten, ben de biraz mutfak alışverişi yaptım. Saat 17:00 sularında evde yemek için hazırlıklarımızı yaparken saat farkından dolayı Türkiye’de partileyen arkadaşlarımızın fotolarına baktık… Herkes mutluydu, umutluydu 2014’ten… Biz de bekleyelim ve görelim bakalım dedik… Birkaç arkadaşa sorduk nasıl güzel mi 2014? Girmeye değer mi? Neler değişti? diye ama pek bi farklı cevaplar alamadık:)

Akşam kendi kendimize güzel bir rakı balık sofrası kurduk… Gece de yine her zamanki gibi önce RumRunners sonra Neptunes’e gittik. Klasik bir cumartesi kıvamındaydı yani:) Ama o gün tabii ki meydan çok kalabalıktı (meydan dediğim yer RumRunners adlı pub’ın olduğu yer zaten). Güzel bir müzik grubu çalıyor, millet danslar ediyor, kalabalıktan geçilmiyor, millet şıkır şıkır giyinmiş falan. Saat 00:00 olduğunda da yaklaşık 5 dakika süren havai fişek gösterisi yapıldı. Adadakileri zannedersin ki LOST adasındalar, herhalde sadece yılbaşında görme şansları oluyor bu havai fişek olayını, ne abarttılar ne abarttılar… Yazık kııız… Bütün yıl 'aaa yılbaşında meydanda oluruz havai fişek oluyor' diye geziyorlar:) Sonra da 'ay ne güzeldi dimi, bu sene baya renkliydi, baya uzun sürdü' falan diye konuşuyorlar:) Biz de bu sene fişekten nasibimizi aldık yani, hadi yine iyiyiz…
Yılbaşının ertesi günü de festival gibi bir şey varmış. Junkanoo Festivali, ona gittik. Artık nasıl gruplanıyorlarsa, nasıl oluyorsa (ben çok da merak etmedim ama siz merak ederseniz buradan detaylarını okuyabilirsiniz:)) grup grup insanlar çok değişik ve abartılı renkli kostümler giyerek onlar için kapatılmış sokaklarda yürüyorlar ve bir jüri grupları puanlıyor. Birinci de para ödülü alıyormuş… Tabii ki yeme içme çadırları kurulmuş, çoluk çocuk herkes sokaklardaydı... Müzikli, renkli, eğlenceli bir etkinlikti…


Bu arada dipnot.. Burada minnacık bebeler gece saat kaç olursa olsun analarıyla beraber sokaklarda cin gibi dolanıyorlar. Yani ben diyim 1 yaş siz diyin 2…. Hani kucakta, sandalyeleri birleştirerek uyumak falan da yok. Gayet haldır haldır koşturuyorlar. Bizde olsa ‘ay banyo saati geçti, ay dışarda mama yiyemez, uyuması lazım, yerini yadırgadı’ diye diye kapatırız çocukları eve… Bunlar alıştırmışlar heralde bebeleri, sıkıntı yok… :)





13 Ocak 2014 Pazartesi

New York'a ev oturmasına gittik...

Aralık ayında Sabri’nin iş yeri 9 gün christmas tatili verince biz de bu fırsatı New York’taki arkadaşlarımızı ziyaret ederek değerlendirelim dedik ve hoop aldık biletlerimizi atladık gittik. Ya New York çook soğuktu ya da bizim tenimiz artık çok hassaslaştı, ehe ehe:) Oradaki arkadaşımız 8,5 aylık hamile olduğu için çok fazla evden çıkamıyordu ama biz de onun kadar çıkamadık desek yeridir:) Yok dışarısı soğuk, christmas diye her yer çok kalabalık, yok dükkanlar kapalıdır yok hava karardı yok bilmem ne derken ev kuşu olduk. Amaç zaten onlarla birlikte olmaktı.. 


Onu diyorum artık turist gibi değiliz orda. Haldır haldır dükkan gezelim, alışveriş yapalım olayında değiliz… Hatta benim montum olmadığı için internetten bir tane almıştım orda giyerim diye, o da büyük gelince geri verip arkadaşımınkilerden giydim.. Aldığımızı da verdim yani:) Yılbaşında giymek için elbise bakarım belki demiştim o da kısmet olmadı:) Sabri haftada bir top tepcek diye krampon aldı kendine ucuzundan:) Ben de çok spor yapacakmışım gibi tayt falan aldım, dolapta güzel güzel duruyorlar maşallah, renk kattılar, halen etiketleri üzerinde:) 1 gün çok hasta oldum zaten tüm gün ilaç içip uyudum, dinlendim, iyi geldi…
Evinde kaldığımız arkadaşımızın kendileri gibi çook tatlı bir oğluşları var, onunla vakit geçirdik bol bol. Christmasda oradaki arkadaşları evlerine topladılar sağolsunlar hepsini bir arada gördük, muhabbet ettik, güldük, eğlendik… Bir ara Çağla doğuracak diye korktuk ama devamı gelmedi Allahtan:)

Bizi bol bol Türk yemekleri yiyebileceğimiz yerlere götürdüler valla çok iyi geldi. Burda kebap mı gördük anacım. Bırak görmeyi millete de kebap diye saçma sapan şeyler yedirdik:) Türkiye’deki iş yerimden 2 arkadaşım geldi, onları gördük, çok iyi geldi… Muhabbet, dedikodu tabii ki:) 
En heyecan verici kısmı ise son gün Türk marketine gidip adaya getirmek için peynir, zeytin, sucuk almamızdı. Gümrükten geçerken bavuldan alacaklar diye aklım çıktı:) Eve geldiğimizde nasıl mutluydum size anlatamam… Şimdi afiyetle yiyoruz, bitecek diye korkuyoruz:)